ÇAĞIN ZİNCİRLERİ

                                                                     Ahmet Yücel SAVAŞ
                                                                       01.05.2025

Mobirise

Bazen biz, biz değilizdir. Ne zamanın ruhuna uyum sağlayabiliriz, ne de kendi benliğimizle temas kurabiliriz. Ne yazık ki... Ne yazık ki bu “bazenler”, artık birer istisna değil, alışılmış bir hâl aldı. Kendi doğamızdan uzaklaştık. Bize sunulan, önerilen, hatta dayatılan hayatları yaşar olduk. Kimi çok zengin olmak ister, kimi çok güzel… Kimi de yalnızca sevilmek ister. Herkesin arzusu farklıdır görünürde. Ama şu soruyu hiç sorduk mu kendimize: Gerçekten bu istekleri biz mi istiyoruz? Yoksa birileri, bu hayalleri bize enjekte mi ediyor?

Belki de bu arzular, filmlerle, reklamlarla, sosyal medya ile bize hediye değil, empoze ediliyor. “Böyle yaşamalısın yoksa eksik kalırsın” diye fısıldayan bir çağın çocuklarıyız.

Ve bu yüzden ruhlarımız hep bir adım geride. Biz koşmuşuz, kovalamışız, telaşla yol almışız… Ama ruh, yetişememiş peşimizden.

Meksika’da, İnka tapınaklarına çıkmak isteyen bir grup Avrupalı arkeolog, yanlarına birkaç yerli rehber alarak uzun bir yolculuğa çıkar. Tapınaklar, yüksek bir dağın zirvesindedir. Yol zorlu, mesafe uzundur. Arkeologlar büyük bir heyecanla, aceleyle yürür; bir an önce tepeye ulaşmak niyetindedirler. Yerliler de onlara ayak uydurur. Yokuşlar aşılır, patikalar geçilir, vadiler dolanılır...  Fakat bir süre sonra yerliler kendi aralarında bir şeyler konuşur. Ardından dururlar… Ve olduğu yere çöküp sessizce beklemeye başlarlar. Avrupalılar ne olduğunu anlayamaz. Sebebini sorarlar ama yanıt alamazlar. Saatler geçer, yerliler konuşur, sonra yine sessizce yola devam ederler. En sonunda, o görkemli İnka tapınaklarına varılır.

Mobirise

Merakı dinmeyen arkeologlardan biri, yaşlı bir rehbere sorar:

— “Neden yolun ortasında oturduk ve saatlerce bekledik? Neden bu kadar zaman kaybettik?”

Yaşlı yerli gülümseyerek cevap verir:

“Çünkü çok kısa sürede çok fazla yol aldık. Ruhlarımız bizden geri kaldı. Oturduk… Ruhlarımızın yetişmesini bekledik.”

Bu hikâye yalnızca yerlilere ya da eski kültürlere ait değildir. Hepimize aittir. Hepimiz bazen öyle hızlı koşarız ki, ardımızda bırakırız asıl olanı. Ruhlarımızı. Kalbimizi. Hakikatimizi. Ve sonra, ne için yola çıktığımızı bile unutmuş bir şekilde, sadece "ilerlemek" için ilerleriz.                                Teknolojik olarak her geçen gün ileriye gidiyoruz; ama manevi anlamda bir o kadar geriliyoruz. Çünkü ruhumuzu besleyecek, bizi insan kılacak şeylere yönelmiyoruz. Endüstriyel düzen, evimize kadar sokulmuş durumda. Artık yalnızca iş yerlerinde değil, evde de bir köleyiz. Sosyal medya, diziler, içerik üreticileri ve reklamlar eliyle beynimiz, arzularımız, zamanımız ipotek altında. Bu yüzden hayatımız ilerliyor gibi görünse de, her adım sancı dolu. Her adım biraz daha bizden uzak.

Ve bu yalnızca bir his değil; yapısal bir bozulmanın tezahürüdür.                                                              Ted Kaczynski, “Sanayi Toplumu ve Geleceği” adlı metninde bunu açıkça anlatır. Der ki: Modern insan, tatmini imkânsız ihtiyaçlar peşinde koşarken kendini kaybetmiştir. İnsani arzular üçe ayrılır:

1. Az çabayla tatmin edilenler.

2. Ciddi emekle tatmin edilenler.

3. Ne yapılırsa yapılsın tatmin edilemeyenler.

İşte güç süreci – yani insanın emek vererek bir şeye ulaşma, başarma, ruhsal olarak tatmin olma süreci – ikinci grupta gerçekleşir. İlkel insan, fiziksel ihtiyaçlarını büyük çabalarla karşılar; bu çaba onun doğallığını ve ruhsal bütünlüğünü korur. Modern insansa, kolayca tatmin edilen veya asla doyurulamayan ihtiyaçlar arasında sıkışmıştır.                                                                                      Statü, güzellik, popülerlik… Bunlar için verilen çaba güç sürecine hizmet etmez. Çünkü çoğu zaman bu çaba ya manipülasyonla yönlendirilmiştir ya da gerçek bir başarı değil, sadece onay alma hırsıyla örülmüştür.

Peki neden bu kadar koşuyoruz?                                                                                                             Çünkü bize koşmamız gerektiği söyleniyor. Pazarlama dünyası, insanların atalarından bile duymadığı arzuları üretir. İstemediğimiz şeyleri, istiyormuşuz gibi gösterir. Kazanmak zorundayız, çünkü kaybetmek bir eksikliktir. Tüketmek zorundayız, çünkü durmak ‘yetersizliktir’.              Kaczynski, geçmişte yaşadığı bir olayı aktarır: Bir yaz günü Chicago'da kapı kapı dolaşıp dergi aboneliği satmaları istenir. Fakat hiç kimse bir satış yapamaz. Denetçi olan adam dürüstçe şunu söyler:

“Bizim işimiz, insanlara istemedikleri şeyleri satmak.”                                                                            İşte modern dünyanın özeti budur. Reklamcılık bir ihtiyaç üretme sanatıdır. İnsanlara, ihtiyaçları olmayan şeyleri almak için nedenler yaratma sanatıdır.                                                                            Bu düzen, yalnızca ekonomik değil, psikolojik bir sistemdir. Ruhlarımızı, arzularımızı, zaman algımızı yeniden biçimlendirir. Ve en kötüsü: Tüm bunlar bize özgürlük diye sunulur. Oysa bu, modern bir köleliktir. Zincirler görünmezdir ama zihindedir.

Peki çözüm nedir?                                                                                                                                           Ted Kaczynski gibi sistemden kopup ormanın ortasında bir kulübeye mi kapanmalı? Toplumu bubi tuzaklarıyla cezalandırmak mı? Elbette hayır!                                                                                             Bu yol ne yalnız başarıya ulaşabilir, ne de ahlaki tutarlılıkla sürdürülebilir. Çünkü içinde öfke kadar çaresizlik, tepki kadar çelişki barındırır. Ve en önemlisi: Biz ancak teknolojiyi, yine onun sunduğu imkânlarla dönüştürebiliriz. Hayatın ve kâinatın karşısında insanın mutlak acziyetini anlamak, bizi yokluğa değil, hikmete ulaştırır.

İşte tam bu noktada, algımızı sorgulamalıyız.
Hayatı bir arenaya benzet: Elinde kılıçla, yüz aslanın ortasında kalmış bir gladyatör gibisin. Korkar mısın? Elbette. Ama eğer her şeyin bir yanılsama olduğunu, zihninin ürünü bir simülasyon olduğunu idrak edersen… Korkmazsın. En fazla şaşırırsın. Çünkü her şey, bizim algılayış biçimimize göre şekillenir. Kuantum fiziği, bunu bilimsel düzeyde kanıtlar.
Atom altı parçacıklar – elektronlar, protonlar, nötronlar – görülemez, tutulamaz, ama etki yaratır. Varlıkları, enerjidir.  

Mobirise

Atomun içinde madde yok denecek kadar azdır. Geriye kalan şey: Boşluk. Ama o boşlukta öyle bir düzen, öyle bir hassasiyet vardır ki bu, sandığımızın aksine somut bir gerçeklik değil, çok daha derin bir anlam dünyasını işaret eder.

İşte bu da bize şunu gösterir:

Biz maddeye değil, manaya tutunmalıyız.

Gerçeklik dediğimiz şey, büyük ölçüde zihinsel bir yansıma, bir algı kodlamasıdır. Bilim ve teknolojinin sunduğu bu bilgilerle, hem bu modern esaret düzenini anlayabilir, hem de ona karşı durabileceğimiz yolları keşfedebiliriz.

Evet, sanayi devrimi bizi yoruyor. Ruhumuzu zorluyor. Duygularımızı sömürüyor. Kimi zaman kendimizi tüketilmiş hissediyoruz. Ama aynı zamanda bilim, bize bu zorlukları aşmak için yollar da sunuyor. Hakikati bilmek, insanın kendine attığı en büyük ışıktır.

O hâlde çözüm:

O ışığı takip etmektir.

İçimizdeki sönmüş kandili, bilgiyle, farkındalıkla, hikmetle yeniden yakmaktır.

Ve unutmamaktır: Ruh geride kalmışsa… durmak gerek. Onu beklemek, onunla yeniden yürümek gerek.

Best AI Website Creator